Sakız Adası

Bir yere gitmek değil, motosiklet sürmektir motosikletçinin keyfi. Bu yıl ilk keyfimizi Sakız adasına sürerek yaptık. Sakız adasına İstanbul’dan gitmek için, Çeşme’den kalkan turların birinden biletinizi önceden alıp sabah yola çıkmalısınız.

İlustrasyon: Busyb Design

Beni en çok rahatsız eden şey, bağlı olmak. Akşam Çeşme’den saat 18:30 Sunrise Lines ile Sakız adasına geçeceğimiz için bağlıyım. Ben erken gideyim de orada nasılsa eğlenecek bir şey buluruz. İstanbul uyurken ben çıkmış olmalıyım. Sabah saat 06:00. Tek kontak, tek mola. Bu mola’da, İrem Gökbudak ile tanıştık. Sonradan NTV Radyo’da Bizim Cazcılar programının yapımcısı olduğunu öğreneceğiz. Aslında ortak tanıdıklarımız var. Mesela usta Fatih Erkoç motosikletten arkadaşımızdır. Yine caz ustası Kerem Görsev’e yıllar önce 1951 Buick Dyna Flow vermiş, onun klasik otomobil restarasyonunda da çok başarılı olduğuna bizzat şahit olmuştum. İrem ile ilk buluşmamızda sohbetimiz hazır. Saat 13:30’ da Çeşme’deyiz. Sunrise Lines çalışanları, hepsi motosiklet binen genç arkadaşlar. Biz Tenere’miz ile gelince haliyle motosiklet sohbeti başladı. Sağ olsunlar, bizimle ilgilenip rahat ettirdiler. Zaten oradan da gümrüğe geçtik. Ve San Nicolas feribotundayız.

Biz Sakız adasına orada yaşayan bir ağabeyimizin yanına gidiyoruz. Rasim ağabey eski otomobil pist yarışçısı, deniz aşığı kaptan, motosikletçi, güngörmüş, hayatı dopdolu yaşayan, yani Allah’ın bize verdiği bu güzel hediyeyi iyi değerlendiren bir insan. Geçen yıl Çanakkale’de buluşup, tekne ile Sakız adasına gidecektik ama hava müsaade etmediği için olmamıştı. Yarım kalmış maceramızı, Sakız’da buluşarak tamamlamış olduk.

Sakız, güzel bir ada. Bu duygumun en önemli nedeni, Rasim ağabeyin orada yaşıyor, orayı biliyor ve oradaki insanları tanıyor olması. En büyük konfor muhittir. Limanda bizi karşılayıp, bir rulo çantamızı kalmadığı evine götürüp yorgunluk duşumuzdan sonra bir şort, bir tişört ile Sakız adasını gezmeye hazırız.

Kalmadığı evi derken, çoğunlukla marinada teknede kalıyor. Marina yerleşim merkezinde olduğundan, daha neşeli. Biz de orada kalmayı tercih ettik. Sekiz günde, Mayk, küçük kızı Maria, eşi Katherina, kıyı balık avcısı zıpkınlı Alex, her gün selamlaştığımız Yunanlı arkadaşlarımız oldular. Mayk, adaya yanaşan tekneleri bağlıyor, evraklarını düzenlemede yardım ediyor. Eğer Maria’da gelmişse bizim teknede ya Buket ile saklambaç oynuyor, ya da Rasim kaptan, kısaca Rasca ona sihirbazlık öğretiyor.

Yemek için her gün başka bir bölgeye gidiyor ve adayı öğreniyoruz. Fakat üçümüzün binip birlikte gideceği bir araç yok. Rasca garajına Türkiye’den Harley Davidson Softail Classic motosikletini getirmiş ama sıcakta pek ona binmek istemiyor. Atina’dan tam ona yakışır bir Porsche almış fakat iki kişilik. Oğlunda V Max var ama o da Rasca’nın terlik niyetine aldığı iki zamanlı 50 cc Aerox ile dolaşıyor. Tam benim istediğim bir scooter, çok hızlı, ama Türkiye pazarında yok. Biz de malum Tenere ile kısa mesafelerde iki araç şeklinde idare ederken, bunca makine parkına rağmen, adayı gezmek için bir Fiat 500 kiraladım.

Ada’nın güney bölgesi hareketli. Güney bölgesinin Yunanistan’a bakan tarafına doğru Pirgi ve Mesta turistik yerleşim merkezleri. Pirgi’nin özelliği evlerin dışı beton ve kireç karışımından el sanatı ile motiflerle süslü olması. Genelde balkonların altına papatya’ya benzer, uğur getirdiğine inandıkları bir motif işlemişler. Turistik dükkanlarda ise adanın adını aldığı sakız ağacından elde ettikleri sakız likörü ve el yapımı porselenler satıyorlar. Biz Yanis ustanın değişik tarzda yaptığı fincanlardan birer tane aldık. Buket’in de bütün hanımların olduğu gibi, her bölgenin magneti buzdolaplarının vazgeçilmez aksesuarlarıdır. Bazen o kadar kalabalık buzdolabı kapağını açtığımızda içinde bir şey bulamadığımız olmuştur değil mi.

Pirgi’den sonra Mesta’ya geçtik. Mesta, tamamen taş binalar ile Cenevizliler tarafından kurulmuş bir köy. Sokaklar tünel, üstte evleri var. Tüneldeki kapılardan evlerine çıkıyorlar. Köy meydanında yalınayak eli cebinde bir köylünün fotoğrafı var. Fotoğrafın yanında tahta bir sandalye, fotoğrafı çekmek istedim, Raska, çekme o sandalye fotoğraftaki köylüye ait, bana kızmıştı dedi. Çekebilirsen bana da gönder deyince maceraya bayılırım, etrafı kolaçan ettim ve çektim.

İşte burada, bizdeki görüntü kirliliğinin nereden kaynaklandığını bahsetmenin tam yeri. Yabancı şehirciler, antik alanların olduğu bölgeye asla yeni yapı yapmıyorlar. Eskimiş yerleri aslına göre onarıyorlar ve korumaya alıyorlar. Hatta Osmanlı’nın malum buralardaki izlerini, camilerini gayet güzel muhafaza ediyorlar. Bakıldığında tamamen birbirine uyumlu yapılar çok hoş bir görüntü veriyor. Bizde ise etrafı çöplük olmuş eski eserler, hemen yanında plastik pencere kapılardan derme çatma kondular, çok yazık, değer bilmiyoruz.

Arada küçücük bir kilisede bile orayı muhafaza eden biri mutlaka var. Eski yapılara flaş ışınları zarar verdiğinden, fotoğraf çekmek istiyorsanız flaş kullanmayınız ikazı ya yazıyor veya ilgili sizi ikaz ediyor. Mesta taş yapıları ve otantik görünümü ile görülmeye değer bir yer.

Yunan mutfağı, bizim mutfağımızın çok benzeri. Biliyorsunuz yıllardır bu tartışma sürer gider. Onlar bir çoğunun kendilerine ait olduğunu söylerler, biz de hayır bizim deriz. Burada da son noktayı koyuyorum. Bütün bunlara ne gerek var, gerçek zaten ortada. Osmanlı yüzyıllar boyu Viyana kapısından dönene kadar oralarda yaşamış, yemeğiyle, camisiyle, yapıtlarıyla onlara miras bırakmış. Lokum da bizim, baklava da bizim, Hacivat Karagöz de bizim, kabak da bizim, cacık da bizim. Sonuna ki koyarak, cacı ki, kaba ki demekle onların olmuyor. Yalnız bir gerçek varsa, Avrupa birliğinde olmalarına rağmen, Türkiye’nin elli yıl öncesini yaşıyorlar. Nüfusları az dolayısı ile insanlar kontrollü. Mecburen dahi olsa birbirine saygılılar. Trafikte, yaya, bisiklet, motosiklet, büyük araçtan öncelikli. Hemen durup yol veriyorlar. Sahiller halka açık. İstediğin yerden denize gir. Otomobilini park ederken, vale, papaz göremezsin. Türkiye de, altmışlı yıllarda, trafik hariç böyleydi. Ben çocukluğumdan beri trafik kavgasına şahit olmuşumdur. Hele İETT otobüsünün köşesini çiz, akşama kadar yamulmuş arabanla, belediye otobüs şoförünün lehine tutanak yazacak ekip beklersin, trafiği de felç edersin.

Bir Yunanistan’a gitme modası aldı yürüdü. Osmanlı’dan sonra Türk adetleri de oraya taşınınca, otuz Euro’ya yediğimiz yemekler elli, kırk Euro’ya kaldığımız oteller yetmiş, üstüne de bilmedikleri bahşiş oldu. Daha kötüsü hiç bilmedikleri kazık atma olayını da öğrendiler. Bu söylediklerim, Türklerin kolayca ulaşabildiği mesafelerde daha fazla oluyor. Örneğin anakaradan geçilebilen yakın adalar. Hududa yakın merkezler gibi.

Kısaca bu işin keyfi kaçtı. Biz artık daha uzak mesafelere gitmek, bir değişiklik yapacaksak gittiğimize değsin istiyoruz. Burada her gün yaşadıklarımızı gittiğimiz yerde yaşayacaksak evimin suyumu çıktı.

Tolga Büyüköner
Motosikletçi
10.07.2016